Yaşam hakkının tehdit altında olduğu bir ülkede doğurganlık artar mı?

25 Aralık'ta Resmî Gazete'de yayımlanan kararnameler ile Nüfus Politikaları Kurulu ve Aile Enstitüsü kuruldu. Türkiye’de doğurganlık hızının gündemdeki yeri ise yeni değil. Peki Türkiye'nin ekonomik olarak belki de tarihinin en büyük krizlerinden birinden geçtiği, kadının ve çocuğun refahının, iyi olma hâlinin ve hatta yaşam hakkının dahi ciddi tehdit altında olduğu bir iklimde doğurganlık artar mı?


Tüm dünya için krizlerle geçen bir senenin ardından geçen haftayı önümüzdeki yıla uzanan etkileri olacak iki haberle kapattık. 24 Aralık akşamı yapılan toplantıyla 2025 yılı için asgari ücret 22.104 TL olarak belirlendi. En iyimser yorumla, milyonlarca insan için açlık sınırında yaşamak anlamına geliyor bu rakam. Ardından 25 Aralık sabahında Resmî Gazete'de yayımlanan kararnameler ile Nüfus Politikaları Kurulu ve Aile Enstitüsü’nün kurulduğu haberleriyle güne başladık.


Türkiye’de doğurganlık hızının artırılmasıyla ilgili politika ve söylemler hiç de yeni değil. 2008 yılında dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, katıldığı Dünya Kadınlar Günü panelinde “en az üç çocuk” çağrısı yapmasıyla başlayan bu söylem, 2015’te “Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gelişmesini desteklemek üzere dinamik nüfus yapısının korunması, aile kurumunun güçlendirilmesi ve böylece sosyal refah ve sosyal sermayenin artırılması” amacıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı koordinatörlüğünde Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı’nın hayata geçirilmesiyle devam etti. 


Program kapsamında “aile dostu kültürel ortamın geliştirilmesi,” “kreş ve okul öncesi eğitim imkanlarının yaygınlaştırılması,” “aile ve iş hayatının uyumunun güçlendirilmesi,” “sağlık alanında bebek dostu uygulamaların geliştirilmesi” ve “aile içi şiddet ve istismarın önlenmesine yönelik hizmetlerin geliştirilmesi” gibi somut politikalar belirlenip bir eylem planı oluşturuldu. Bu programın devamında da Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 12. Kalkınma Paketi (2024-2028) hedefleri doğrultusunda “Ailemiz, İstikbalimiz”dir mottosuyla “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” yayımlandı.


Öte yandan: Aradan 10 yıl geçmesine rağmen bu program sonucunda hangi somut adımların atıldığı, bu adımların çıktılarının ve çıktıların göstergelerinin neler olduğu konusunda elimizde ciddi bir veri yok. Bu da iktidarın ideolojik ajandası çerçevesinde uzun yıllardır gündemde olmasına rağmen, doğurganlık politikalarının söylem düzeyinde kalarak toplumda şimdiye kadar gerçek bir karşılık bulmamasıyla sonuçlandı. 

  • Türkiye İstatistik Kurumu 2023 yılı verilerine göre Türkiye’de toplam doğurganlık hızı 1,51 çocuk ile kayıtlara geçen en düşük seviyeye gerileyerek hem AB (1,54 çocuk) hem de dünya (2,31 çocuk) ortalamasının altında kaldı.

Doğurganlık oranları neden düşüyor?


Düşük doğum oranları, Türkiye’ye özgü bir durum değil. Polonya, İtalya, Macaristan, Rusya ve Güney Kore gibi pek çok ülkede benzer bir tablo söz konusu. Arkasında yatan sebepler de pek çok ülkede birbiriyle örtüşüyor. 

  • Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın Haziran 2024’de yayımladığı değerlendirme raporuna göre Türkiye'deki doğum oranlarındaki düşüşte ekonomik zorluklar, geçim kaygıları, işsizlik, güvencesiz çalışma koşulları, aile yapılarındaki değişimler, bireysellik ve özgürlük gibi değerlerin artması, geleceğe yönelik kaygılar, umutsuzluk ve belirsizlik gibi ekonomik, sosyolojik ve psikolojik faktörler önemli bir rol oynuyor. 

Türkiye’deki “en az üç çocuk” söyleminin kadınların doğurganlık tercihleri üzerindeki etkisini araştıran California State University Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Yasemin Dildar ise 2022'de yayımlanan makalesinde, kadınların iş yaşamındaki varlığını koruyan ve toplumsal cinsiyet eşitliği hedefiyle tasarlanmış teşviklerin, doğum oranlarını artırmakta daha başarılı olduğunun altını çiziyor. 

Ancak Dildar’a göre ailelere anlamlı bir parasal ve kurumsal desteğin sunulmadığı Türkiye’de doğum yanlısı politikalar sadece söylem düzeyinde kalıyor. Dildar, bu söylemleri “aile destek politikalarının finansmanından kaçındıkları için bir çeşit toplumsal mühendislikle doğum oranlarını artırmaya çalışmak” olarak nitelendiriyor. 


Yaşam hakkının tehdit altında olduğu bir iklimde doğurganlık artar mı?


Kadını doğurganlık üzerinden aile içinde tutmaya yönelik patriyarkal ve muhafazakar bir ajandaya dayanan bu söylem, beraberinde yeni soruları da getiriyor: Kadınların ve çocukların yaşadığı fiziksel, psikolojik, cinsel, kültürel, her türlü şiddet gündelik hayatımızın bir parçası olmuşken; kadının ve çocuğun refahının, iyi olma hâlinin ve hatta yaşam hakkının dahi ciddi tehdit altında olduğu bir iklimde doğurganlık artar mı?


Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesinden bu yana, şiddette eşik üzerine eşik atladık. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun verilerine göre, sadece Kasım ayında 32 kadın, kocaları, oğulları, babaları, erkek arkadaşları veya ayrıldıkları erkekler tarafından katledildi; 26 kadın da şüpheli şekilde ölü bulundu. Narin Güran cinayeti, istismar sonucu hayatını kaybeden Sıla bebek, evinin önünde asılı bulunan 8 yaşındaki Şeyma, babası tarafından istismar edilerek öldürülen Kadir gibi örneklerle gündeme geldiği üzere aile içi şiddet ve istismarın bırakın önlenmeyi, giderek arttığı çıplak gözle görülen bir gerçek hâline geldi.


Politika belgelerinde “sağlıkta bebek dostu uygulamaların geliştirilmesinden” söz edilirken özel hastanelerde kasıtlı ve bilinçli olarak bebek ölümlerine sebep olan Yenidoğan Çetesi ile daha da artan bir güvensizlik ortamının içinde bulduk kendimizi. 


Dahası Türkiye ekonomik olarak belki de tarihinin en büyük krizlerinden birinden geçerken doğum oranlarının artmasını beklemek de pek gerçekçi görünmüyor. Doğum oranlarının düşmesinin ardındaki yapısal ve sistemik sorunların sebebi iktidarın uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalarken, aynı iktidarın aile ve nüfus politikalarını bunlardan kopuk ve bağımsızmış gibi ele aldığı vizyon ve politika belgeleri de süslü lafların ötesine geçmiyor. 

  • Gençlerinin çok yüksek düzeyde gelecek kaygısı yaşadığı, ilk fırsatta daha iyi çalışma ve hayat koşullarının bulunduğu ülkelere gitmek istediği bir ülkede doğum oranları artar mı? Barınma, ulaşım, eğitim, iş hayatı gibi temel haklar bakımından aile ve doğurganlığı gerçekten destekleyen hiçbir hizmetin sunulmadığı bir ülkede doğum oranları artar mı?

Bu soruların tekrar tekrar sorulması elzem.

Çocuk istismarı ile ilgili “Bir kereden bir şey olmaz” yaklaşımının, çocuk evliliklerine dair “küçüğün rızası” anlayışının, kadın-erkek eşitsizliğinin “fıtrat” temelinde meşrulaştırılmasının, “kutsal anne ve kutsal aile” retoriğinin, rujundan kahkahasına kadın bedenine yönelik denetimci ve müdahaleci dilin gerçekte hangi niyete hizmet ettiğinin de…


*Bu yazı 26 Aralık 2024'te Aposto'da yayınlanmıştır.