Siyasetin gündemindeki "yeni çözüm süreci"nin nihai amacı olan "barış", herkesin şapkadan çıkmasını umduğu o tavşan. Ancak barış söylemlerine eşlik eden ayırıcı dil ve ayrımcı politikalar, sürecin olumlu bir yere evrileceğine ve barışa olan inancı zedeliyor.
Ziyadesiyle hüsran, şiddet ve acıyla sonuçlanan 2013-2015 dönemi "çözüm süreci"nden sonra, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim'de TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmayla "barış" kavramı yeniden cari hâle geldi. Ne var ki hemen akabinde 2016’da ilan edilen olağanüstü hâl sürecinde başlayan ve o dönemdeki adıyla HDP’li belediyelere yönelik yerleşikleşen kayyum politikaları bu defa CHP’deki iki belediyeyi de içine alarak Esenyurt ve Ovacık belediyeleri ile DEM Partideki Mardin, Batman, Halfeti ve Tunceli belediyelerine kayyum atanmasıyla yeniden devreye girdi.
İstatistiklere göre 2016’dan bu yana 147 belediye başkanı görevden alınarak yerlerine kayyum atandı. Bu atamaların hukuki dayanakları tartışmalı, malum. Kamu vicdanındaki yeri ve meşruiyeti ise en hafif ifadeyle "iç açıcı değil."
Öte yandan Devlet Bahçeli, 5 Kasım’daki grup toplantısında "sözünün arkasında ve teklifinde ısrarlı" olduğunu belirtti. Diğer tüm değişkenleri ve gelişmeleri gözardı etsek bile, kayyum uygulamalarının eşlik ettiği bir barış söyleminin içindeyiz.
Oysa çatışmaların çözümü ve barış süreçleri ancak niyetiyle, söylemiyle ve eylemiyle tutarlı ve bir bütün içerisinde olduğunda vadettiklerini gerçekleştirebilir. Hâl böyleyken, şapkadan tavşan çıkmasını beklemek anlamlı ve gerçekçi görünmüyor. Yine de çoğu zaman gündemin yoğunluğu ve yakıcılığı içerisinde gözardı ettiğimiz anlamlı bir sorunun peşine düşebiliriz bu vesileyle: Barışın inşasında söylemin rolü nedir?
Barış araştırmalarının en çığır açıcı bilim insanlarından olan, bu yıl kaybettiğimiz Norveçli sosyolog Johan Galtung, cümlelerin ve metinlerin çatışmayı veya barış olanaklarını içerebileceğini ve bu nedenle de çatışma veya barış dilini analiz etmenin, bunu yaparken de sözdizimsel ve anlambilimsel yapıların derin kodunda, barışa ya da savaşa yönelik gizli bir mesaj olup olmadığını anlamaya çalışmanın önemli olduğunu savunmuştur.
1990’lardan bu yana eleştirel söylem çözümlemeleri alanında artan çalışmalar da benzer bir biçimde, dil ile çatışma ve barış arasındaki ilişkiye dair önemli içgörüler sunmuştur. Örneğin pek çok toplumsal çatışmanın, sıklıkla "öteki"nin önyargılı temsillerine ve bazı sosyal aktörlere olumsuz özellikler, nitelikler ve karakteristikler atfedilmesine kadar izlenebildiğini söyleyebiliriz bugün.
Çatışma ya da savaş söylemi çoğunlukla "biz ve onlar" ikiliği üzerinden, bir "düşman" imgesine karşı, "tehdit ve güvenlik ihtiyacı" etrafında insanları birleştirerek çatışmayı, savaşı "haklı ve meşru" gösteren dilsel unsurlar ve stratejilerle inşa edilir. Suçlama, günah keçisi yaratma, kasıtlı yalanlar veya rakibe yönelik sözlü saldırılar gibi sıklıkla başvurulan araçlar yoluyla çatışmalar yaratılır, sürdürülür veya tırmandırılır.
Hollandalı dilbilimci Teun van Dijk, söylemlerin toplumsal ayrımları güçlendirip, gruplar arası "biz" ve "onlar/öteki" ayrımını pekiştirerek mevcut kutuplaştırmaları pekiştirdiğinin veya yeni kutuplaştırmalar yarattığının altını çizer. Van Dijk’a göre, “iç grup-dış grup kutuplaştırması” adını verdiği söylemsel strateji yoluyla söylem içerisinde "biz"den müteşekkil iç grup, olumlu özelliklerle donatılırken "onlar"dan oluşan dış grup, olumsuz özelliklerle tanımlanır.
15 Ekim’den bu yana iktidarın kurduğu söylemi incelediğimizde, içerikteki kardeşlik, birlik, dayanışma ve toplumsal barış vurgusuna rağmen söylemsel olarak açık ve net bir iç grup-dış grup kutuplaştırması barındırdığını söyleyebiliriz: "Bakmayız, ayırmayız, dağıtmayız" ile başlayıp "ona bakarız"larla devam eden, “Bizim gönlümüzde herkese yer vardır” diye başlayıp "...diyen herkese" şeklindeki şart cümleleriyle süren; bir tarafta “Tabular kalktıkça, ezberler bozuldukça, statüko delindikçe, insanlar birbirine dürüst davrandıkça, içlerinden geçeni özgürce söyledikçe, bir anlaşma ve mutabakat noktasından diğerine küçük adımlarla ilerlemek daha kolaydır” derken, diğer tarafta “Aslında olmayan bir sorunu varmış gibi göstermek, daha başlangıç aşamasında çürük bir zemine basıldığının işaretidir” diye devam eden; siyasi rakipler hakkında olumsuz genellemeler yapan; “Kürt kardeşlerim, ayrı etnik topluluk olmayıp, Türk millî dokusunun asıl ve temel unsurlarındandır” diyerek farklı kimlikleri birbirini dışlayan kategorilere dönüştürmek ve hak temelli vatandaşlık perspektifini yok sayıp "kardeşlik hukukunu" öncelemek marifetiyle Kürt kimliğini açıkça inkar eden bir söylem söz konusu.
Peki, bunun bir barış söylemi olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır.
Çünkü içeriğin barış ya da barışa dair olması bir söylemi ille de onu barış söylemi kılmaz. Barış sözcüğü, ötekileştiren, düşman tanımlayan, salt kendi değer ve normlarını savunan bir anlatının içerisinde görünmez olur, tüm ağırlığını kaybeder. Yapısal adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizlikleri ikrar etmeyen bir barış söylemi, sırtını döndüğünü iddia ettiği peşin hükümleri, ezberleri, tabuları ve statükoyu sadece yeniden üretir.
Farklı kimlikleri açıkça reddeden bir söylem, insanların içlerinden geçeni özgürce söylecekleri bir iklim yaratmaz; aksine korku kültürünü besler. Hasılı kelam, tam da Van Dijk’ın ifade ettiği gibi, iktidar sahiplerinin kendi gruplarını güçlendirmesine, toplumsal grupların belirli bir hiyerarşi içinde kalmasına ve dış grup üyelerinin baskı altında tutulmasına katkı sağlar. Yanına kayyum uygulamalarını da koyarsak tastamam olur.
Evet, barış umudu, nereden ve kimden gelirse gelsin, ümitvar bir şiir, şarkı gibi mest eder, baştan çıkarıverir bizi. Ağzında bir zeytin dalıyla güvercin olur konar insan olmanın ağırlığı altında ezilmiş ruhlarımıza, soluk aldırır. Ama sonra bir bakmışsınız kırık dökük bir düş olmuş barış yine.
Göz var izan var, barış yok. Çünkü barış, hep şapkadaki tavşan. Hep bir hayal, bir rüya, bir düş. Oysa barış ciddiyet ister, "yani bütün işin gücün" barış olacak. İhmal, istismar, sömürü, baskı, zulüm ve zorbalıktan müteşekkil şiddet kültürünün ve korku ikliminin içine doğmaz barış. "Biz ve onlar" kutuplaştırmasına içkin hesapçı politikaların ve sahte umutların içinde bitmez. Bertolt Brecht’in muazzam dizelerindeki gibi:
Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir.
*Bu yazı 5 Aralık 2024'te Aposto'da yayınlanmıştır.